5 Ekim 2011 Çarşamba

Sen ise henüz yatağına sığamayan nehir...

Şimdilerde müzeye çevrilen bir hapishane duvarını okuyorum "sabret, dışarıda bekleyen ölüm değil hayat"...ağlamaklı oluyorum, kendimi düşünüyorum, hayatı düşünüyorum, zamanı ve duyguları düşünüyorum.Hayat belkide dört nala koşan bir atlı kovaladığı kimse yok aslında!
Atlının önünde duranlar sürekli koşmak eziyetinde kemikleri ağıra ağıra hayatı sonlandıranlardır belkide ve arkasında kalanlar her yer toz duman öyle değil mi? hep merak ve şaşkınlık içinde gelenin geçenin ve şu gidenin ne olduğunu birbirlerine sorup duranlardır herhalde...Peki ya atlının durumu?
Kimdir hayatı tadına vara vara yaşayan? Acının derinliği ve mutluluğun süreksizliği, havada uçuşan zerreler ve sis bulutu...gözü kör olsun bencilliğin ve bir türlü bir araya gelemeyen aklın ve sığ kelimelerin!
Ne hayat bekler insanı ne de ölüm, onları bekleyen bizleriz. Hayatımızı eksiltirken  ömrün demir parmaklıkları ardında ölüme tahliye olmak içindir sabır, sabreder dururuz işte...öylesine...
Söylenenler, yazılanlar, çizilenler, kavgalar ve kahkahalar bekler durur bir köşede.
Aklımın bir köşesinde: gitmek...Gitmek buralarda, her yerden, her şeyden hiç bir yere ve hiç kimseye varamayan bir şekilde; büyük bir yalnızlığın gölgesinde dinlenmek, derin bir kuyunun kucağında yatmak (Yusuf'un düştüğü değil ama) gökyüzüne bakıp asla gerçekleşmeyecek hayaller kurmak! Kim bilir belki Tanrı gökten kucağıma atar hayallerimi hediye niyetine (?)
Kalbimi sancıtan sesleri sustururum sonra bilinmeyen bir dil olur benimkisi. ve yaşamak daha da ağırlaşır ayrıldıkça tarihimden biliyorum! ellerimden ve ayaklarımdan kurtulurum önce ve dipsiz bir hasretin topraklarında sürünürüm...gözlerim nerede Tanrım, gözlerimi kaybettim! az önce burdaydılar dünyayı olduğundan daha farklı göstermeselerde yeşildiler. Yeşil güzel bir renktir esasında ama kara daha da güzeldir hani tüm renkleri içinde barındırır ya o sebepten. Tüm renkler içinde kaybolmaya meyillidir de o yüzden. Sınırsız bir ışık yoksunluğu esaretinde kaybolurken siyah rengin dehlizlerinde kendi rengini feda eder insan o na karışmak için...olsun...olsun...tüm renkler siyaha feda olsun! Beyazda güzel renktir! Çöl dinginliğinde ve yeni olan her şeyin masumiyetinde. Beyaz bencildir ama dürüsttür. Hiç bir rengi eritmez potasında ve katmaz hayatına ve olduğundan daha farklı göstermez lekesini, saklamaz içinde...
Bir nehir akıp durur...kuyumun duvarlarına çarpan sesler belli ki içinde çakıl taşları hayalimdekiler siyah elbette   ve nehrin köpüklü suları geçtiği bereketli toprakları da önüne katar yerinden ayırır taşır oradan oraya ve bir ağaç kurur, sonra bir delta ovası olur belkide hani bir tohum atsan bire bin verir gibi hani yemyeşil.
Gergin bir ipi keser gibi kesmiştin ya hani beni o hızla savrulmuştum ya iki yana, utanmıştım sana bakarken ve sen bana bakarken tüm yaşadıklarımın üstüne basıp yükseldin. Konuşurken dinleyemiyordum seni ama duyduklarım dinlediklerimin ötesindeydi o yüzden giderken Hoşçakal diyemedim sana. Daha duymam gereken çok şey var sevgili...Görüyorsun ya toparlayamıyorum bir türlü düşüncelerimi. Kısır bir döngü içerisinde durduğum yerde yürüdüğüm yolda vardığım nokta da BİR! ve ben sen uçurımdan düşerken önüne katıp sürüklediğin o toz zerresiyim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder